Yaşı bana yakın olanlar Şinasi Nahit Berker'i hatırlar.
Bilmeyenler için küçücük bir bilgi vereyim. Ulus gazetesinde ve eğer yanlış hatırlamıyorsam Cumhuriyet gazetesinde, fiziki yeri küçük, anlamı ve işlevi dev yazıları vardı. Küçük dediysem sahiden küçük. Bir iki cümle yazardı ve yeterdi. Neden köşe yazmıyorsun diyenlere "bu memleket fazla laftan battı" diye cevap verdiğini anlatmıştı bana.
Demokrat parti döneminde, basın gayet sıkıntılı bir dönem yaşıyordu. Basın diyorum, zira o zamanlar medya diye bir kelime literatürümüze girmemişti, sosyal medya filan ne gezer? Yazılı basın, yani gazeteler demek istiyorum. Hükümete "gözünün üzerinde kaşın var" diyen gazeteci kendini "Hilton Koğuşu"nda bulurdu, nerede kalmış muhalefet etmek. Bu gazeteciler arasında, rahmetli İsmet İnönü'nün damadı rahmetli Metin Toker ve Şinasi Nahit Berker'de vardı.
Şinasi Nahit Berker ile Ankara'da oturduğumuz yıllarda, aynı apartmanda kapı komşusuyduk. Allah rahmet eylesin, aramızda epeyce yaş farkı olmasına rağmen bizi pek sevmiş, sık sık ziyaretimize gelir olmuştu.
Bu ziyaretlerde, öyle anılarını anlatırdı ki, Haluk'da, ben de, dedesinin anılarını dinleyen çocuklar gibi ağzının içine bakar kalırdık.
Bazen şekeri yükselir, o zamanlarda biraz asabi olurdu. Sanırım böyle bir gün, sabah çok erken bir saatte, gürültüyle kapı çaldı. Haluk fırladı açtı, kapıda Şinasi Bey, "çabuk, acele hanımefendiyi görmem lazım" diye beni çağırttırıyor. Elimden tutup çekercesine yan dairede bulunan evlerine götürdü.
Manzara hiç gözümün önünden gitmez. Tam bir hanımefendi olan eşi, kenarda durmuş, mahcubiyetinden, büzülüp küçücük olmuş bir halde, özür dileyen gözlerle bana bakıyor, parmaklarını incitecek derecede ellerini sıkıp, ovuşturuyordu. Geniş salonda her yer (ama tam manasıyla her yer), yerler, koltuklar, masa ve sehpaların üstleri, dosya kağıtlarıyla neredeyse kaplanmıştı. Ama belli ki, bana karmakarışık görünse de, tamamen düzenli bir şekilde yerleştirilmişti, Çünki bana okutmak istediği bir kaç tanesini hiç aramadan buldu.
Bu kağıtlar, uzun zamandır yazdığı son kitabının müsveddesi imiş meğerse. Anılarını yazdığı bir kitap. Ama sanırım, basımına ömrü vefa etmedi. Bana okumam için verdiği bölüm, kitaba adını da verecek olan "Basın Işıktır" idi. (Nedense aklımda Işıktan Korkanlar olarak kalmış)
Bu hikayeyi aklımda kaldığınca özetleyeceğim. Biliyorum, bana kızmaz.
Hilton Koğuşu, Ankara'daki, şimdilerde "müze" olan Ulucanlar Cezaevinde bir koğuş. Büyük bir lüks olarak, Ankara manzarası varmış, ondan Hilton Koğuşu derlermiş. Bu hapishane son derece kötü koşulları olan, karanlık bir yermiş, içindeki fareler, devasa boyutlardaymış. Ve bu fareler, hep karanlıkta yaşamaya adapte olduklarından, kazara gün ışığına çıkan, hemen ölüyormuş.
Bir gün duruşmaya çıkmışlar. Şinasi Bey "biz yazarak halkı aydınlatıyoruz, hükümet ışıktan korkuyor" demiş.
Kağıtları aldım almasına da, elimde öylece kalakaldım. Zira böyle bir zatın, henüz basılmamış kitabının taslağını okumak büyük onur. Ama bir zaaf anında veriyorsa, bundan yararlanmış gibi olacağım diye korktum. Hanımefendiye baktım göz ucuyla. Beni anladı besbelli, gülümseyerek onayladı.
Çok yüzeysel ve mealen geçtiğim bu anıyı O'nun kaleminden okuduğumda çok etkilenmiştim.
Bir iki gün sonra, kapı hafifçe tıkırdadı. Şinasi Bey. "Müsaitseniz bir kahve yapar mısınız" dedi gülümseyerek. Buyur ettik, iyi gördüğümüze de sevindik. Her zamanki gibi, kahvesini yaptım, ve o her zamanki gibi, kahveyi içmeyerek, arada bir fincana dokunarak konuştu. Aslında konuşmaktan ziyade sordu, dinledi. Hikayeyi okumuş muydum, ne düşünüyordum, ne hissetmiştim, nasıl etkilenmiştim?
Sonra dedi ki: "Nihal Hanım, bu kitabımın kapağı için resim yapmanızı istiyorum".....................
Bu noktaları sonsuza dek uzatmak gerekir. Şaşkınlığımı anlatamam. Şaşkınlığımın evrildiği duyguları ise hiç sormayın, sıfat bulamıyorum. Şu kadarını söyleyeyim, biraz tahmin edin; önceki kitabı "Gazeteci Olunmaz, Doğulur"un kapak resmini Semih Balcıoğlu yapmıştı.
Heyecanlarımı, el titremelerimi, ve dahî bütün duygusal fırtınaları es geçiyorum.
Eskizi gösterdim, beğendi. Aslını yaptım, eline verdim. Hiç bir şey söylemedi önce, ama dakikalarca elimi bırakmadan resme baktı. Bana döndüğünde gözleri pırıl pırıldı. "İmzanı atmamışsın" dedi. "Koskoca Semih Balcıoğlu imza atmamış, ben nasıl yaparım" dedimse de dinlemedi. "Şuraya at" diye resmin orta yerini işaret etti.
Eskiz bende kaldı. Orjinali O'na hediye ettim.
Doğrusu, sonra ne oldu bilmiyorum. Biz oradan taşındık, bir daha da görüşemedik. Nur içinde yatsın.
Neden aklıma geldi acaba??????
Bilmeyenler için küçücük bir bilgi vereyim. Ulus gazetesinde ve eğer yanlış hatırlamıyorsam Cumhuriyet gazetesinde, fiziki yeri küçük, anlamı ve işlevi dev yazıları vardı. Küçük dediysem sahiden küçük. Bir iki cümle yazardı ve yeterdi. Neden köşe yazmıyorsun diyenlere "bu memleket fazla laftan battı" diye cevap verdiğini anlatmıştı bana.
Demokrat parti döneminde, basın gayet sıkıntılı bir dönem yaşıyordu. Basın diyorum, zira o zamanlar medya diye bir kelime literatürümüze girmemişti, sosyal medya filan ne gezer? Yazılı basın, yani gazeteler demek istiyorum. Hükümete "gözünün üzerinde kaşın var" diyen gazeteci kendini "Hilton Koğuşu"nda bulurdu, nerede kalmış muhalefet etmek. Bu gazeteciler arasında, rahmetli İsmet İnönü'nün damadı rahmetli Metin Toker ve Şinasi Nahit Berker'de vardı.
Şinasi Nahit Berker ile Ankara'da oturduğumuz yıllarda, aynı apartmanda kapı komşusuyduk. Allah rahmet eylesin, aramızda epeyce yaş farkı olmasına rağmen bizi pek sevmiş, sık sık ziyaretimize gelir olmuştu.
Bu ziyaretlerde, öyle anılarını anlatırdı ki, Haluk'da, ben de, dedesinin anılarını dinleyen çocuklar gibi ağzının içine bakar kalırdık.
Bazen şekeri yükselir, o zamanlarda biraz asabi olurdu. Sanırım böyle bir gün, sabah çok erken bir saatte, gürültüyle kapı çaldı. Haluk fırladı açtı, kapıda Şinasi Bey, "çabuk, acele hanımefendiyi görmem lazım" diye beni çağırttırıyor. Elimden tutup çekercesine yan dairede bulunan evlerine götürdü.
Manzara hiç gözümün önünden gitmez. Tam bir hanımefendi olan eşi, kenarda durmuş, mahcubiyetinden, büzülüp küçücük olmuş bir halde, özür dileyen gözlerle bana bakıyor, parmaklarını incitecek derecede ellerini sıkıp, ovuşturuyordu. Geniş salonda her yer (ama tam manasıyla her yer), yerler, koltuklar, masa ve sehpaların üstleri, dosya kağıtlarıyla neredeyse kaplanmıştı. Ama belli ki, bana karmakarışık görünse de, tamamen düzenli bir şekilde yerleştirilmişti, Çünki bana okutmak istediği bir kaç tanesini hiç aramadan buldu.
Bu kağıtlar, uzun zamandır yazdığı son kitabının müsveddesi imiş meğerse. Anılarını yazdığı bir kitap. Ama sanırım, basımına ömrü vefa etmedi. Bana okumam için verdiği bölüm, kitaba adını da verecek olan "Basın Işıktır" idi. (Nedense aklımda Işıktan Korkanlar olarak kalmış)
Bu hikayeyi aklımda kaldığınca özetleyeceğim. Biliyorum, bana kızmaz.
Hilton Koğuşu, Ankara'daki, şimdilerde "müze" olan Ulucanlar Cezaevinde bir koğuş. Büyük bir lüks olarak, Ankara manzarası varmış, ondan Hilton Koğuşu derlermiş. Bu hapishane son derece kötü koşulları olan, karanlık bir yermiş, içindeki fareler, devasa boyutlardaymış. Ve bu fareler, hep karanlıkta yaşamaya adapte olduklarından, kazara gün ışığına çıkan, hemen ölüyormuş.
Bir gün duruşmaya çıkmışlar. Şinasi Bey "biz yazarak halkı aydınlatıyoruz, hükümet ışıktan korkuyor" demiş.
Kağıtları aldım almasına da, elimde öylece kalakaldım. Zira böyle bir zatın, henüz basılmamış kitabının taslağını okumak büyük onur. Ama bir zaaf anında veriyorsa, bundan yararlanmış gibi olacağım diye korktum. Hanımefendiye baktım göz ucuyla. Beni anladı besbelli, gülümseyerek onayladı.
Çok yüzeysel ve mealen geçtiğim bu anıyı O'nun kaleminden okuduğumda çok etkilenmiştim.
Bir iki gün sonra, kapı hafifçe tıkırdadı. Şinasi Bey. "Müsaitseniz bir kahve yapar mısınız" dedi gülümseyerek. Buyur ettik, iyi gördüğümüze de sevindik. Her zamanki gibi, kahvesini yaptım, ve o her zamanki gibi, kahveyi içmeyerek, arada bir fincana dokunarak konuştu. Aslında konuşmaktan ziyade sordu, dinledi. Hikayeyi okumuş muydum, ne düşünüyordum, ne hissetmiştim, nasıl etkilenmiştim?
Sonra dedi ki: "Nihal Hanım, bu kitabımın kapağı için resim yapmanızı istiyorum".....................
Bu noktaları sonsuza dek uzatmak gerekir. Şaşkınlığımı anlatamam. Şaşkınlığımın evrildiği duyguları ise hiç sormayın, sıfat bulamıyorum. Şu kadarını söyleyeyim, biraz tahmin edin; önceki kitabı "Gazeteci Olunmaz, Doğulur"un kapak resmini Semih Balcıoğlu yapmıştı.
Heyecanlarımı, el titremelerimi, ve dahî bütün duygusal fırtınaları es geçiyorum.
İlk yaptığımda yapıştırdığım güneş düşüp kaybolmuş, yeniden yaptım. |
Eskizi gösterdim, beğendi. Aslını yaptım, eline verdim. Hiç bir şey söylemedi önce, ama dakikalarca elimi bırakmadan resme baktı. Bana döndüğünde gözleri pırıl pırıldı. "İmzanı atmamışsın" dedi. "Koskoca Semih Balcıoğlu imza atmamış, ben nasıl yaparım" dedimse de dinlemedi. "Şuraya at" diye resmin orta yerini işaret etti.
Eskiz bende kaldı. Orjinali O'na hediye ettim.
Doğrusu, sonra ne oldu bilmiyorum. Biz oradan taşındık, bir daha da görüşemedik. Nur içinde yatsın.
Neden aklıma geldi acaba??????